İstanbul…
Binlerce, milyonlarca kelimeyle bile anlatamayacağınız, gelmiş geçmiş en güzel şehir… Tarihin her döneminde imparatorların, kralların, devletlerin gözdesi, vatanım, toprağım, yaşama sebebim, neşem, heyecanım, kahrım, çilem, canım ciğerim herşeyim İstanbul…
Çok uzun zamandır İstanbul’la ilgili bir yazı yazmak istiyordum ama henüz tarih yazamadı tek bir kitabını ben 3 satır yazısını nasıl yazayım? Olsun yine de bir yerden başlamak gerekiyor, öyle değil mi?..
Ufaktan tarihi yarımadayla başlayıp doğup büyüdüğüm sahil semti Arnavutköy’le devam eder, sahilde birkaç salaş cafe önerip bi de gurme rehberi verip üzerine bir de instagram hesabımdan reklamla pompalayıp ünlü birkaç kişiye tavsiye ettirdim mi al sana kitap malzemesi işte. Ondan sonra ver elini restaurantlarda bedava yemeler- içmeler, postayla gelen kıytırık eşantiyon ürünlere sevinip olmayan binlerle paylaşıp hava atmalar, önce az okunan dergilerde üstüne para verip röportaj yaptırmalar, sonra bir kaç tv programında kıyıdan kenardan yorum yapmalar, şanslıysam bir dedikodu ya da arak formatlı yarışma programında jüri üyeliği, sonrası da Allah kerim artık daha ne isteyeyim?…
Şaka bir yana artık günlük tutmadığıma ve hafızam da yavaştan bana ihanet ettiğine göre en iyi bildiğim yerleri bile unutma riskine karşı yazmalıyım bir yerlere İstanbul’la ilgili sevdiğim, bildiğim, unutmak istemediğim bazı şeyleri. Yoksa İstanbul’u yazabilmek ne haddime…
Öncelikle İstanbul isminin nerden geldiğini anlatmaya çalışayım. Bir Roma İmparatorluğu kenti olması dolayısıyla adı eski Yunanca “büyük şehir” anlamına gelen “Eis – Tin – Poli” (İngilizce to the city olarak çevirebileceğimiz) kelimesinden geliyor. Safranbolu, Gelibolu’daki gibi bolu yani polis-poli Yunanca şehir demek. Doğu Roma (Bizans) İmparatoru Constantin’in şehri anlamına gelen Constantinapoli‘den de geldiği söylensene de daha eski olan daha doğrudur mantıkıyla ben oyumu ilkinden yana kullanıyorum. 🙂
Bizans demişken, Doğu Romalılar’ın kendilerine Bizanslı demediklerini, Bizans sözcüğünün 16 yy’da Alman bir tarihçi tarafından Batı ve Doğu’yu kolaylıkla ayırmak için kullanılan bir kelimeden yola çıkarak kullanıldığını da özellikle belirtelim.
11 Mayıs 330‘da Constantin‘in Roma’nın başkenti yapmasından sonra İstanbul, her daim büyük, her daim gözde, her daim gıptayla bakılan bir şehir olmuştur. İstanbul, 29 Mayıs 1453‘te Osmanlı İmparatorluğu adına Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmiş, 6 Ekim 1923‘te Türkiye Cumhuriyeti adına Mustafa Kemal Atatürk tarafından İngiliz işgalinden kurtulmuştur. Bu tarihler ve isimler unutulmaya… (23 Haziran 2019’u da ileride hatırlar mıyız, onu da tarih gösterecek.)
Hadi biraz gezelim, görelim şu meşhur şehrin az bilinen yerlerini… (Bize gezmeyi, görmeyi keşfetmeyi ilk sevdiren TRT “Gezelim Görelim” programının yapımcısı – sunucusu Nuray Yılmaz’a saygıyla)
Tarihi yarımadaya gitmeyen, yazmayan, çekmeyen, kalmadı ama ben de kendi gördüklerimi ve tavsiye etmek istediklerimi kaydedeyim yedi tepeli güzel şehrimle ilgili…
7 tepe demişken, yazının devamına bakmadan 7 tepenin en az 4 tanesini bir çırpıda sayabilecek olanınız varsa o kişiyi burdan takdir ediyorum ve yazının kalanını okumasını salık vermiyorum. Muhtemelen yazdıklarımın hepsini biliyordur, hatta ufak tefek hatalarıma da kızıp laf söylecektir belki. Ben önlemimi alayım da şimdiden, boşuna kendime laf ettirmeyeyim.
Sırasıyla 7 tepe;
1- Akropol – Topkapı Sarayı
2- Çemberlitaş – Nuruosmaniye
3- Süleymaniye – Beyazıt
4- Fatih
5- Yavuz Sultan Camii, Fatih
6- Edirnekapı – Mihrimah Sultan Camii, Mimar: Mimar Sinan
7- Kocamustafapaşa
Eskiler 7 tepenin üstüne kurulmuş kocaaa şehir diye bahsettikleri dönemde İstanbul neredeyse 20 km2‘nin içinde surların arasında kurulmuş küçücük bir şehirmiş. Şimdi görseler, 5461 km2‘nin tamamını doldurduklarını bırakın şaşırmayı kalpten giderlerdi. Hoş şimdikiler de yaptıkları yanlış şehirleşmeyle bizi kalpten değilse de şehirden götürmeye çalışıyorlar ya neyse; politika yok.
Sultanahmet Meydanı (Hipodrom) İstanbul’dan bahsederken en tepeye yazmamız gereken önemli yer belki de. O kadar çok esere ev sahipliği yapıyor ki hangisi yazsak diğerine ayıp olur.
Başlıcaları Ayasofya Müzesi, Topkapı Sarayı, Sultanahmet Camii, Yerebatan Sarnıcı, Arkeoloji Müzesi, Türk ve İslam Eserleri Müzesi, Milyon Taşı, Dikilitaş, Yılanlı Sütun ve daha pek çok irili ufaklı eser var zamanın araba yarışları yapılan “At Meydanı“nda. Yukarıda bir canlandırmasını gördüğünüz Hipodrom, 196’da Roma İmparatoru Septimus Severus zamanında inşa edilmeye başlanmış ve 330‘larda I. Constantinus döneminde bitmiş. Nüfusun en fazla 400.000’lere çıktığı İstanbul’da, ortalama 100.000 kişi alan bu meydan, ilk zamanlarda atlı araba yarışlarının yapıldığı bir yerken antik eğlence anlayışının değişmesiyle zamanla aziz günleri, taç giyme törenleri ve panayırların yapıldığı bir etkinlik mekanı haline dönüşmüş.
Benim gibi eski halini de hatırlayanlar için meydan, çeşitli restorasyonlardan sonra şu anda olabilecek en iyi halinde bence.
Sultanahmet Meydanı’nda, Milyon taşının hemen yanında dünyaya ne kadar uzaklıkta olduğunuzu görebileceğiniz bir levha var. Bir de kafaca uzaklıklarımızı ölçen bir alet olsa değil mi. Tamam tamam politika yok.
Hani Türkiye’nin yeraltı, üstünden daha kıymetli denir ya hep, benim de İstanbul’da yerin altı, üstünden daha çok ilgimi çekmiştir. O yüzden biraz da az bilinen yer altından bahsetmek istiyorum. Evet yeraltındayım, evet makyajsızım. Bu da benim “yeraltım”
İstanbul’un 5. tepesinde yer alan Yavuz Sultan Selim Camii‘nin hemen yanında şu anda kocaman bir park ve pazar alanı olan olan yer aslında Bizans Sarnıcı’ymış. 5. yy’da Komutan Aspar yaptırdığı için Aspar Sarnıcı olarak adlandırılan yapı, İstanbul’un en eski ve en büyük açık hava sarnıçlarından biriymiş. Osmanlı döneminde uzun yıllar meyve sebze bostanı olarak kullanıldığı için Çukurbostan olarak anılmış ve halen de öyle biliniyor. İstanbul’daki tüm sarnıçlar gibi su geçirmemesi için Horasan harcıyla kaplanan duvar kalınlığı tam 5 metreyi buluyormuş. Çektiğim fotoğrafların hiçbirini beğenmediğim için buraya koymuyorum. Google’a Aspar Sarnıcı yazınca her dönemdeki halinden onlarca fotoğraf görebilirsiniz.
Buranın hemen yanında Sultan Sarnıcı var ki iyi bir restorasyon geçirmiş olmasına rağmen şu anda nişan, düğün vs etkinliklerinde kullanılıyor olması insanı rahatsız etmiyor değil. Gerçi çöplük gibi atıl durumda olmasındansa böylesi daha iyi ama ne bileyim işte şu güzelim şehrin hala katı bir tarih koruma bilincinin yerleşmemiş olması üzücü. Günümüzün en çok turist alan şehirleri, tarihlerine sahip çıkan özellikle genel dokuyu ve mimariyi koruyan ve elbette ki bunun tanıtımını yapan şehirler; Roma, Floransa, Venedik, Barcelona, Lizbon, Paris gibi…
Sultan Sarnıcı’nı bilmeyenler, 2015 yapımı Aşk Olsun filminin yemek sahnesinde mekanı her açıdan görebilirler.
Laleli’deki Antik Otel‘in altındaki sarnıç, otelin yapımı sırasında bulunmuş ve bu şekilde otelin bir bölümü olarak korunuyor. Burada da düğünler, etkinlikler, sergiler vs. yapılıyormuş. Artık korunsun da…
En fenası da Star İş Hanı inşaatı sırasında bulunan ve “koruma” altına alınan bu hamamın durumu. Laleli’deki Soğanağa İş Merkezi‘nin üst katlarındaki arka balkondan görebileceğiniz ve 90lardan beri bu durumda olan bu hamam, gördüğünüz gibi çöplüğe dönmüş durumda.
Yetkililere ordan seslenmiştim, burdan da sesleniyorum; bu katliama bir son verin! İstanbul’da otel, iş hanı yapacak alan çok. Yer gök gökdelen, otel oldu ama binlerce yıl öncesinden kalan çok fazla saray, sarnıç, hamam vb yapı yok.
Neyse ki gurur verici yerler de var. Sultanahmet’teki Nakkaş Halıcılık‘ın altındaki sarnıç 5-6. yy’dan kalmaymış ve hala çok iyi durumda. Şu anda çok işlevsel bir müze ve sergi alanı olarak kullanılan sarnıç, özel işletme tarafından korumaya çok iyi bir örnek.
Sultanahmet’te bir diğer halıcı olan Başdoğan Halıcılık mağazasının altındaki saray kalıntısı ne yazık ki bu kadar iyi durumda değil. Kötü bakıyorlar, sahip çıkmıyorlar diye düşünüyoruz ancak inşaat yaparken burayı keşfeden ve kendi imkanlarıyla tam 680 kamyon toprak attıran halıcı daha ne yapsın? Gerisine de devlet el atsın bir zahmet ve Büyük Bizans İmparatorluk Sarayı’nın, Magnaura denilen yapı yerinde yaşamaya devam etsin.
Tüm bu eleştirilere rağmen göğsümüzü kabartan gelişmeler de olmuyor değil. Şerefiye Sarnıcı olarak adlandırılan ancak orijinal adı Theodosius Sarnıcı olan ve 5. yüzyıldan kalma bu sarnıç, restorasyon ve korumanın yüz akı olarak karşımıza çıkıyor. 1994 yılında ziyarete açılmasına karşın, son restorasyon çalışmaları yakın zamanda bitmiş ve resmi açılışı henüz birkaç ay önce yapılmış.
Çok yeni açılmış olsa da burada da sergiler yapılıyor ama dokuya o kadar uygun yapılmış ki neredeyse farketmiyorsunuz bile…
Sarnıç deyince anmadan geçemeyeceğimiz Yerebatan Sarnıcı (Eski adı Basilika Sarnıcı), çok uzun zamandır açık olan ve en iyi durumda olan en büyük sarnıç. 542’de İmparator I. Justinianos tarafından yaptırılan sarnıç 138×65 metre ölçülerinde ve toplam 336 sütundan oluşuyor.
Sürekli su akışının devam etmesi sebebiyle bir kısmı tekrar restorasyona alınan Yerebatan, zamanın belediyecilik anlayışını göstermesi bakımından mükemmel bir örnek.
Gizemli romanları tüm dünyada milyonlarca satan yazar Dan Brown’un “Cehennem” kitabına da konu olan Yerebatan Sarayı’nda meşhur Medusa Sütun Başları müzenin en çok ziyaret edilen ve fotoğraf çekilen noktası. Bu sütunların sarnıç yapılırken başka bir antik yapıdan getirildiğini ve sular çekildikten sonra fark edildiğini de buraya not düşelim.
Tüm isteklerinin bi el şıklatmasıyla olmasını isteyen insanların akın ettiği, dilek dilemek için parmak sokulan delikli sütun var bir de…
Ah bir de sarnıcın içinde turistlere Osmanlı kıyafetleriyle fotoğraf çektirme pespayeliği olmasa… Bence hiçbir şey olmamalı ama illa ki olacaksa turistler için enformasyon ofisi ya da müzeye yaraşır bir hediyelik eşya köşesi yapabilirlerdi.
Bilinmeyenleri yazacağım dedim ama Yerebatan Sarnıcı’ndan bahsettim. Madem tanıdıklara geldim hemen karşısındaki muhteşem Ayasofya‘dan bahsetmeden geçmeyeyim.
Ayasofya, İstanbul’un olduğu kadar dünyanın da en gözde, en bilinen yerlerinden. Kilise mi cami mi tartışmalarına girmeden dünya için böylesine önemli bir yerin bizim topraklarımızda olduğunu bilip mutlu olalım lütfen.
Sahiplenmek isteyenler için de biraz bilgi vereyim de neyi savunduklarını bilsinler. Kutsal Bilgelik anlamına gelen Ayasofya, 27 Aralık 537′de Justiniaus tarafından açılmıştır. Ayasofya, Trallesli (Aydın) Anthemios ve Miletli İsidoros adlı mimarlar tarafından yapılmıştır.
Yapıldıktan 20 yıl sonra çöken ilk kubbe yerine, mimar İsidoros’un yeğeni mimarlığı üstlenip günümüze kadar gelen 2. kubbeyi yapmıştır. Bu kubbenin yüksekliği 56 metredir ancak zamanla kaymış olması sebebiyle artık tam daire değildir.
İlk arkeolojik çalışmalar 1930 yılında Mustafa Kemal Atatürk‘ün izniyle başlamıştır. Altında açılmamış bir sarnıç olduğundan denize inen gizli tünellere, gizemli kapılar arkasında elinde kaseyle bekleyen papazlardan sihirli kapılara dek pek çok efsaneyi kendisiyle beraber yaşatmış büyütmüştür Ayasofya. Hala keşfedilmemiş yerleri olduğu söylenir. Uzun zamandır süregelen bir restorasyon çalışması sebebiyle tüm mekanı tam göremesek de kusursuz güzelliğini görmeye anlamaya engel değil.
Son olarak İstanbul’un pek bilinmeyen ve bilinmediği için kıymeti de bilinmeyen bir eserinden bahsetmek istiyorum. Şu anda Cerrahpaşa‘da yer alan, İmparator Arkadios’un 400‘de yaptırdığı ve tılsımlı olduğu rivayet edilen Arkadios Sütunu, etrafındaki yapılar arasında adeta sıkışmış izlenimi veriyor. Günümüzde Roma’da örneklerini hala görebileceğimiz meydanlardakine benzer bir “Forum” un ortasında yer alıyormuş Arkadios Sütunu. Üzerinde yer aldığı söylenen heykele dair hiçbir iz olmasa da İmparator Theodosios‘un babasının atlı heykelinin olduğu söylenir. Depremler ve en son Haçlı saldırılarıyla iyice yıkılmıştır. Bugün sadece kaidesi kalmış bu sütun parçasının Roma İmparatorluğu’ndan kalma İstanbul’un en eski eserlerinden biri olduğuna inanmak güç.
Girişte dalgasını geçtiğim şeyi yapıyormuşum gibi olacak ama bu kadar gezinin sonunda bir çay içmeden dönülmez.
Beta çay’ın işlettiği Emin Han‘dan bahsetmeden yazıyı bitirmek istemedim. Eminönü adıyla ilgili pek çok rivayet var ama burası Eminönü adının geldiği, esnaf Emin‘in dükkanın olduğu yermiş. “Emin’in dükkanının önü” anlamına gelen Eminönü kelimesi de buradan geliyormuş.
Yerli sermayeyle kurulan ve şu anda büyük bir şirket haline gelen Beta Çay yıllardır atıl durumda olan hanı alıp restore etmiş ve içine çok güzel bir çayhane açmış. Güzel restorasyona çok iyi bir örnek olan bu hanı ve mağazayı gezmeli ve altındaki tünellerin gizemli hikayesini çalışanlardan dinlemelisiniz.
Yarımada’nın her bir köşesine bayılıyorum. Her birine ayrı ayrı yazı yazmak gerek ancak yer kısıtlı, uzun yazı da sıkıyor. Onun için bir kısa liste yapmak istedim. İstanbul’da mutlaka görülmesi gereken başlıca yerler listem bence şöyle;
Ayasofya Müzesi
Topkapı Sarayı
Dolmabahçe Sarayı
Beylerbeyi Sarayı
Galata Kulesi
Kız Kulesi
Yerebatan Sarnıcı
Kariye Müzesi
Sultanahmet Meydanı – Sultanahmet Camii
Süleymaniye Camii
Arkeoloji Müzesi
Rumeli Hisarı
Anadolu Kavağı – Feneri
Mecidiye Camii (Bilinen adıyla Ortaköy Cami) – Ortaköy Meydanı
Prens Adaları (İstanbul tarafından sırasıyla Kınalıada(Proti), Burgazada(Antigoni), Heybeliada(Halki), Büyükada(Prinkipo), Sedef Adası(Antirovitos)
Balat – Fener Rum Patrikhanesi (Sadece dışarıdan görülebiliyor)
İstiklal Caddesi (Sargılı kafalardan yürünmese de İstanbul’un hala en güzel caddelerinden)
Kapalıçarşı
Mısır Çarşısı
Eminönü – (yeni) Galata Köprüsü
Sizin eklemek istedikleriniz var mı?..
1.527 Comments