Futbol Yurtdışı Seyahat

Londra

Mart 28, 2014

Londra.
Binlercesinin aksine hiç sevmem.

Bu sefer gözüme bi hoş gözükmesinden anlamalıydım bu işin sonunun kötü biteceğini ama olsun biz sonu iyi bitsin diye sevmiyoruz ki Galatasaray’ı…
İngiltere’nin Liverpool ve Manchester şehirlerine maç için gitmişliğim vardı ama Londra’ya maç için ilk kez gidiyordum. Londra’ya en yakın arkadaşımın orada okuması sebebiyle çok gitmiş ve çoğunlukla da kış aylarının sevimsiz gri tonlarına denk geldiğim için zamanla pek de sevmez olmuştum. Bu sefer de şehir için isteksizce ama yenersek de bir mucizeye tanık olma ihtimali için gittim Londra’ya.

Eksiden o kadar çok gittim, eskilerden bir kaç fotoğraf bulayım diye tüm albümlerimi indirdim kitaplıktan (o zaman daha digital makineler yoktu), tek tek bütün hepsine baktım neredeyse ama o kadar çok ve lüzumsuz kendimizi çekmişiz ki, Londra arkada manzara olarak bile çok az var. Ne kadar eski zamandan bahsettiğimi alttaki genç ve güzel halimden anlayabilirsiniz.

Londra’da genelde ünlülerle çektirdiğim resimleri buldum.
Rahmetli Diana daha yaşıyordu, bir açılış öncesi aynı kadraja girmeyi başarmıştım.

Bir keresinde Dalai Lama ile bile yan yana fotoğraf çektirme şansı bulmuştum.

Londra’nın vahşi ormanlara dalıp, aslanlarla göz göze geldim.

Hatta o kadar eski zamanlardı ki zar zor hakladığım soyu tükenmekte olan bir dinazoru, yeni nesiller görsün diye müzeye bağışlamıştım.

Yorgunluğumuzu atalım diye gittiğimiz Red Hot Chili Peppers konserinde ezilme tehlikesi bile atlatmıştık. Ne günlerdi be!… J

Birkaç sene evvel de yine bi ünlüyü yakından görme sevdasıyla gittim Londra’ya. Kendisiyle çok yakın pozlarımız oldu.

Artık dijital hayata geçtiğimiz ve dijitalin her karesi eskisi gibi para demek olmadığından bu sefer de yeni fotoğraflar arasından seçim yapmak zor oldu.
Şaka bir yana, büyük hayranlık duyduğum oyuncu Jude Law en sevdiğim oyunlardan olan W. Shakespeare’ın meşhur Hamlet’ini oynuyordu Londra’da. Biletimi internetten aylar öncesinden alıp gittim Londra’ya.

Leicester Square’de, küçük ama çok güzel bir tiyatro salonu olan Donmar Theatre’da sergileniyordu klasiklerin klasiği Hamlet.

İlk gittiğimde, kulis kapısında oyundan önce küçük bir ihtimal uzaktan korumalarının arasından görebilirim diye beklediğim Jude Law, sokaktan elini kolunu sallayarak geldi.

Kapıda bekleyen hayranlarına imza dağıttı. O kadar şaşırmıştım ki yan yana fotoğraf çektirmeyi akıl edemedim. İmza aldım ve bol bol resmini çektim böyle.

Fakat Sibel’den kaçar mı?.. Zaten oyunu da çok beğendiğimden 1 ay sonra tekrar gittim Londra’ya ve bu sefer hazırlığımı da tam yaptığımdan kendisiyle kısa bir sohbetin ardından bu sefer aynı kareye girmeyi başardım.

Londra tam bir tiyatro şehri. Her oyunda meşhur Hollywood yıldızları olmasa da, prodüksiyonlar harika. Sergilenen oyunlar kadar tiyatro binaları da nefis.

Bilet fiyatlarının inanılmaz pahalı olmasına rağmen hemen her oyun kapalı gişe oynuyor. Ben gittiğimde Webber’in meşhur müzikali Cats, 20 yıldır oynuyordu. Son yılında görme şansı bulduğum için şükrediyorum.

Şu anda Londra’da sergilenen Alfred Hitchcock’un 39 Basamak Oyunu’nu Kenter Tiyatrosu’nda izlemiş ve çok beğenmiştim. Londra’da da tamamen aynı rejiyle oynuyormuş.
İngiliz Tiyatrosu’nu meth ederken kendi tiyatromuzu da atlamayalım hazır yakında Dünya Tiyatrolar gününü kutlamışken…
Of yeter artık onu yaptım Londra’da, oraya da gittim, o oyunu da gördüm, bunu da gördüm, yettiyse yetti be, maç seyahatine gel diyorsanız az sabır girişiyorum yavaştan.

Maçtan bir gün önce sabah uçağıyla gittim Londra’ya ve uçakta her zaman ki gibi deplasman kadrosu gediklilerinden bir arkadaşımı gördüm. Ben yazmaktan yoruldum, siz okumaktan yorulmadınız yine dört ayak üstüne düştüğümü söylemeye. Valizi çok büyük olduğu için şehre taksiyle gideceğini beni de merkeze kadar bırakabileceğini söyledi. Bu nazik davetini kırmadım ve onunla gittim. Biz taksiye bindik ama siz metroyu tercih edin. Günün hangi saati olursa olsun şehre giden otoyolda her daim trafik oluyor. Daha önce de tecrübe etmişliğim var.

Benim oteli taksiciye sorup neredeyse yol üstünde olduğunu öğrenince otelime kadar taksiyle gelmiş oldum. Turdan ayrı olarak kaldığım otel Kensington’da, “Avni Kensington” diye küçük ama sevimli bir oteldi. http://www.avnikensingtonhotel.co.uk/ Londra şartları düşünülürse fiyatının uygun olduğu bile söylenebilir. Bu arada pound kurunun da artmasıyla zaten çok pahalı olan Londra inanılmaz pahalı bir şehir olmuş belirtmeden edemeyeceğim.
Otel personeli İngiliz olmadığı için çok yardımcı ve güler yüzlü olduklarını da söylemeliyim. Bu seyahatimde özellikle dikkatimi çekti ki lokanta, restoran, otel, vb. yerlerde hiç İngiliz çalışan yok. Kendini beğenmiş İngilizler kimseye hizmet etmeyi sevmiyor demek ki.

Kensington, merkeze yürüme mesafesi kadar yakın olmasa da şehrin geneli düşünüldüğünde sakin ve huzurlu bir bölge. Otele yürüme mesafesinde olan caddede cafeler, küçük lokantalar, sanat galerileri çok keyifli.

Otele eşyalarımı bırakıp hemen çıktım. Çevreyi yürüyerek gezdim ve çok beğendim. Hava çok güzeldi. Notting Hill’e de yakındı ama daha önce gittiğim için bu sefer gitmedim. Londra’ya gidenlere mutlaka görmelerini tavsiye ederim yalnız. Filmdeki kapıyı aramakla uğraşmayın, hepsi birbirine benziyor zaten.

Şehir merkezine indiğimde Survivor’da çaresizlikten içtikleri ve hep canım çeken Hindistan Cevizi suyu alırken gördüğüm kirazlar da beni iyice havaya soktu ve kışlık montumu çıkarıp ince hırkayla dolaştım sokaklarda.

Dönüşte hastalandığımı ve hala düzelemediğimi söylememe gerek yok, siz anladınız zaten.
Alttaki meşhur Piccadilly Meydanı’ndan başlayarak neredeyse ezberlediğim sokaklarda bu sefer hiç acelesizce ve güzel havanın da verdiği keyifle dolaştım.

Piccadilly’yi Oxford Caddesi’ne bağlayan ve çok güzel bir mimariye sahip olan Regent Caddesi Londra deyince akla gelen resimlerden.

Hep söylediğim gibi Avrupa’ya 20 sene sonra da gitseniz neredeyse hiçbir şey değişmiş olmuyor, her şey bıraktığınız gibi.

Sokaklarda gezerken 1821 yılında yapılmış Londra’nın ilk pasajı, Royal Opera Arcade diye çok güzel bi pasajda bi resim sergisi gördüm ve içerden gelen güzel müzik sesine de kapılıp girdim içeri.

Güzelim tablolar arasında şık giyinmiş insanlar hem kokteyle katılıp hem de güzel tabloları seyrediyorlardı. Yani gerçek hem göze hem kulağa dedikleri bu olsa gerek. Bu arada birkaç tablosuyla karma sergiye katılan Türk sanatçı Hale Karaçelik’i görüp tebrik ettim ve 2 gün için bile olsa gurbetçi psikolojisini ve vatan toprakları dışında bir sanatçıyla gurur duyma hallerini yaşadım.

Londra’nın ışıl ışıl akşamı da güzeldi.

Galatasaray taraftar kafilesinin kaldığı merkezdeki May Fair otelde, akşam Türkiye’den gelen konuklar için akşam yemeği daveti vardı.  http://www.themayfairhotel.co.uk/
Otele giderken yol üstünde, daha önce hiç görmediğim ama doğal sonarlarım sayesinde hemen bulduğum çikolatacıya talan etme potansiyelime rağmen girdim. http://www.fortnumandmason.com/

Birbirinden leziz ve göz alıcı yüzlerce çikolata ve bisküvi arasından sadece 3-5 adet çikolata ve 1 paket yeşil çay alarak çıktığım için beni alkışlamanızı rica ediyorum.
Oteldeki keyifli yemeğin ardından, onca yol yürüdüm artık yorulmuşumdur, yarın da erken kalkayım düşüncesiyle erkenden otele döndüm. Oysa sağolasın Skechers, ayaklarımda zerre ağrı olmadı. Bundan sonraki seyahat ayakkabılarım kesinlikle Skechers’dır.

Ertesi gün erkenden kalkıp kahvaltımı yapıp dışarı çıktım. Hava düne göre kapalı olsa da yürüyüş için idealdi. Önce Kensington Garden’dan başlayıp Hyde Park’a kadar dolana dolana, yayıla yayıla yürüdüm.

Şehrin içinde bu derece yeşil görmek ne kadar güzel bir his anlatılmaz. Hele benim gibi yeşile bağımlı yaşayanlar için araba gürültüsü ve egzoz (egzos, egsoz, eksoz, ekzoz, ekzos, ekzost, ayyy hangisi doğru bunların?) dumanı olmadan parkta dolaşmak paha biçilmez.

Kensington Garden’ın içinde devasa bir heykel kompleksi var; Albert Memorial. Kraliçe Victoria’nın ölen kocası Prens Albert için 1872 yılında yaptırdığı anıt sanki henüz yapılmış gibi o kadar iyi durumda ki…

Gotik mimar Geroge Gilbert Scott tarafından yapılan heykelin etrafında 4 köşesinde 4 ana kıtayı simgeleyen heykeller var. Alttaki Asya.

İngilizler’in Asya’ya bakışının Hindistan’la sınırlı olduğunu göstermesi açısında enteresan tabi. Heykelin tam karşısında da meşhur konser salonları Albert Hall var. Hiç içine girme şansım olmadı ama dışardan bakınca bile oldukça büyük ve etkileyici olduğunu söyleyebilirim.

Benden sonra tatili uzatan arkadaşlarım, Albert Hall’da kraliyet orkestrasının çaldığı klasik müzik konserine gitmişler. Orada olamadığım için kendilerini kıskansam da bana gönderdikleri bu fotoğraf için teşekkür ediyorum. J

Öğlen yemeği için otele yakın küçük bi lokanta olan Fait Maison’a gittim.
http://www.fait-maison.co.uk/ Çok sevimli bu mekan, hem sabah kahvaltıları hem çay saatleri için sundukları harika kruvasan ve pasta çeşitleriyle hem de her gün değişen öğlen yemeği mönüsüyle çok keyifli ve tavsiye edeceğim bir mekandı.

Yemekten sonra şehir merkezinin en sevimli yerlerinden Camden Town’a gittim. Haftasonları küçük pazarların kurulduğu Camden Town, ufak tefek alışveriş yapabileceğiniz güzel bir yer.

Şehirde uzun yürüyüşlerin ardından maç saati ve maç selfieleri yapma vakti geldi.
Hiç İngilizlerden beklenmeyecek bir hareketle Stamford Bridge Stadı etrafından başlayarak, stad girişinde ve içerisinde bize hoşgeldin diyen Türk güvenlik elemanları ve Türkçe tabelalarla karşılaştık. Bu afişin önünde fotoğraf çektirebilmek için sıra bekledik resmen. Bence tanıtım açısından çok doğru hareket. Bizimkiler de yabancı maçlarda mutlaka yapmalı. Gerçi bizim yönetimlerin her zaman daha önemli işleri oluyor; birbirlerini yemek gibi mesela…

Stamford Stadı, Chelsea gibi bir dünya takımı için biraz küçük dursa da güzel bir stad.

Maç öncesi takımı tribüne çağırıp destek veren taraftar maç boyunca 1 saniye bile durmadan tabir-i caizse tam anlamıyla Türk’ün sesini dünyaya duyurdu.

İlk golü yedikten sonra alışılanın aksine desteğini artırarak maç sonuna kadar hiç susmadı. 2. golü yiyip ümidimiz kalmadığında bile desteğini devam ettirmesi, maç boyunca goller dışında sesi çıkmamış İngiliz taraftarlarını bile hayret ettirdi. Bu maçın en büyük alkışı taraftarımızadır.

Maç öncesi beklendiği şekilde Chelsea’nin eski, bizim yeni “baba” yıldızımız Drogba’ya sevgi gösterileri vardı. Kendisine plaket verilirken duygulandı mı bilemiyorum. O kadar uzaktık ki göremedim ama (artık hiç izlemediğim) spor programlarında görmeden uydurdukları haberlerde olduğu gibi, gözlerinin dolmuş olduğunu söyleyebilirim.

Gözleri asıl dolduran gündüz Trafalgar’da, akşam da tribünde, ülkesindeki olaylara sahip çıkan bu duyarlı taraftarlarımızdı.

Yazılarımı okuyan bilir, futbol yorumu normalde de yapmıyorum ama bu maçta, futbola dair söylenecek en ufak bir olay bile olmadığı için yazmak istesem de yazacak bir şey yoktu zaten. Son dakika attığımız şut olmasa karşı kaleye tek şut atmadan maçı bitiriyorduk neredeyse. Şampiyonlar Liginde oynamadan, mücadele etmeden kazanılamadığını görmemiz açısından acı bir tecrübe daha yaşadık.

Drogba ve futbolcular, tribünü selamlayıp veda ederken biz de hem bu yıl, (öyle görünüyor ki) hem de önümüzdeki yıl Şampiyonlar Ligi’ne veda ediyorduk sessiz ve derinden…

You Might Also Like...

2.257 Comments

    Leave a Reply