Deplasman deyince ne anlıyorsunuz? Tuttuğunuz takımın, kendi sahası dışındaki maçları ve oralara yapılan seyahat anlamına geliyor değil mi? Yok işte, öyle değil. Ben de şimdiye kadar öyle biliyordum ama bu seyahatte nihayet gerçekten ne anlama geldiğini öğrenmiş oldum.
Kopenhag, 13 yıl önce tarih yazdığımız yer.
Türk Spor tarihinde daha önce hiçbir takımın başaramadığı ve bu gidişle bir daha da başaramayacağı tek zaferin yaşandığı yer. İsmimizin emekle, arzuyla, alınteriyle tarihe altın harflerle yazıldığı yer.
Kiminin anılarını tazelemeye, kiminin yeniden bir tarih yazmaya gittiği, benimse UEFA Finalinde orada olamamış olmam sebebiyle buruk ama merakla gittiğim yer Kopenhag.
Diğer pek çok kişinin ne için gittiğini anlatmak için hanımlar, kocalarınızı deplasmanlara göndermeyin diyeyim de, siz gerisini anlayın. Hele Kuzey Avrupa gibi sarışın enflasyonunun bol olduğu yerlerin adını bile anmalarına fırsat vermeyin. Çok istiyorlarsa siz de yanlarında gidin diyeceğim ama karısını da tanıdığımız bir adamın, deplasmana sevgilisiyle geldiğini ve o sevgilisini de bana emanet edip çapkınlığa gittiğini biliyorum. Yani aç ve yetişkin bir Türk erkeğigiller, her koşulda avlanmaya çıkabiliyor.
Sokakta elinde alışveriş poşeti olan ev kadınlarını çekiştiren 65 – 70 yaşındaki adamlar gördü bu gözler. Birbirine mavi haplardan soran bile var. Hepsi tamam da bekar erkeklerin niye bu kadar aç bir halde sağa sola saldırdıklarını hiç anlamıyorum. Deplasmanda olunca çarpı 3 mü yazılıyor?
O yüzden ne yaş, ne hava, ne para, ne medeni durum farkediyor “milli” maçlarda. Sözkonusu deplasmansa gerisi teferruat oluyor Türk erkekleri için.
Deplasmanda satış da en sık rastlanan klasik hallerden. O yüzden yıllardır, deplasmana tek giderim. Gerçi artık hemen herkesi tanıdığım için pek tek gitmek olmuyor benimkisi ama yine de görmek istemediğim pek çok şeye katlanmamak için en ideal yol yalnız takılmak. Bu yüzden Kopenhag’da da mümkün olduğunca yalnız gezdim.
Kopenhag’a indiğimiz ilk gün, hava inanılmaz kapalı, soğuk ve yağmurluydu. Buna rağmen takımı karşılamaya gelen gurbetçi taraftarlarımız inanılmaz coşkuluydu.
Alandan kısa bir yolculukla kalacağımız Petri Hotel’e gittik. http://sktpetri.com/ Oldukça merkezde olan otelimiz Design Hotel üyelerindenmiş. Çok güzel diyemeyeceğim ama ortalamanın biraz üstünde olduğunu söyleyebilirim.
Hem havanın bu kadar kapalı olması hem de biraz ofis işlerim olması sebebiyle akşam yemeği saatine kadar odadan çıkmadım. Yemek vaktinde yağmurun da biraz hafiflemesi sayesinde, yolda karşılaştığım bir arkadaş grubuyla otele yürüme mesafesinde olan ve tamamen tesadüf oturduğumuz Le Diamant restaurant’ına gittik. http://www.lediamant.dk/
Bütün günün getirdiği açlıkla tıka basa yenen güzel bir akşam yemeğinden sonra otel odama gidip dinlendim.
Sabah erkenden kalkıp kahvaltımı yapıp şehir turuna çıktım. Bu sefer de soğuk ama güneşli bir Kopenhag sabahı karşıladı beni. Aşağıdaki resimde binanın üzerindeki dev termometrede de göreceğiniz gibi hava öğlene doğru bile 8 dereceydi.
Şehir neredeyse “under construction” durumdaydı. Her yerde inşaat ve yol yapım, kazı, yenileme, vs çalışmaları vardı. Hep şikayet ederiz ya, bu İstanbul’un inşaatı bitmiyor diye. Avrupa’nın da inşaatları da bitmiyor bazen. Bizde olduğu gibi Danimarka Belediyelerinin de dağatacak fazla parası var demek ki.
Burası meşhur Radhuspladsen, yani Belediye meydanı. UEFA Kupası’ndaki o büyük sokak kavgalarının yapıldığı yer. Namı -ı diğer Cenk Meydanı. Eski haberlerde ismi hep Tivoli Meydanı olarak geçmiş. Meşhur Tivoli Bahçelerine çok yakın olduğu için telaffuz kolaylığından Tivoli Meydanı denmiş olabilir ama asıl adı yukarıda da yazdığım gibi Radhuspladsen. (Tivoli Bahçelerine de bakım sebebiyle kapalı olduğundan gidemedim) O kavgaları hatırlamak isteyenlerler hatta belki kendisini de görmek isteyenler için paylaşalım;
http://www.youtube.com/watch?v=QAgCB0KZ_9w
Meydanın diğer tarafı tamamen kapatılmış ve inşaat durumunda olduğundan yalnızca burası vardı ve erken saatlerde oldukça sakindi. Akşamüstü saatlerinde hareketlenmiş ama ben de ortalık dağıldıktan sonra tekrar gitme şansı buldum.
Her yerde 2000 ruhu, her köşede akıtılmış 2 damla ter, 3 damla kan, mücadele, heyecan, kavga ve sonunda zafer kokusu!..
Kopenhag, küçük ama iyi korunmuş klasik bir Avrupa Şehri. Örneğin 1894 yılında yapılmış aşağıdaki bu şirin pasaj aynen o yıllardaki gibi duruyor.
İçinde küçük dükkanlar var. Yıkıp yerine bir AVM yapmayı düşünememişler nedense bu basiretsiz Danimarkalılar…
En dikkatimi çeken de pasajın içindeki “Fish Kiss” isimli şu Spa merkezi oldu.
Size de tanıdık geldi mi bilemem ama bana çok tanıdık gelen balıkları sormak için içeri girdim. Sahibinin bir Türk olduğunu öğrendiğim yerdeki balıklar, bildiğimiz Sivas’daki şifalı balıklar. Mantar, sedef, mayasıl, vb cilt sorunları olan insanların tedavilerinde kullanılan balıkların olduğu bu salon oldukça da iyi iş yapıyormuş. Sadece bizim güzel memleketimize ait olan bu hazinelerin, hem de bizden birileri tarafından yurtdışına çıkarılmasına şiddetle karşıyım.
Internette biraz araştırma yapınca Avrupa’nın başka yerlerinde de kaçak şekilde yurtdışına çıkarılmış bu şifalı balıklarla hizmet veren sağlık merkezleri olduğunu da üzülerek öğrendim. Ah benim güzel ülkem. Senin senden başka dostun da yok, düşmanın da…
En favori mekanım da hem kütüphane hem de cafe olan aşağıdaki bu güzel mekandı. http://paludan-cafe.dk/ Web sayfalarının ingilizce versiyonları pek yok ama google’dan otomatik çeviri yaparak ingilizce olarak da inceleyebilirsiniz.
Paludan Cafe, hem leziz menüsüyle hem de kitap okumak, ders çalışmak için çoğunlukla öğrencilerin tercih ettiği sessiz ama zevkli bir yerdi.
Mekana resmen bayıldım. Hatta o kadar ki, hem öğle yemeğimi hem de maçtan önceki erken akşam yemeğimi burda yedim. Kopenhag’a gidenlere mutlaka tavsiye olunur.
Çoğunlukla turistlere yönelik alışveriş caddesi üzerinde bir de Guiness müzesi vardı. Dünyanın en uzun boylu adamı maketi vardı dışarıda. Sırf bu yanlış bilgi yüzünden bile müzeye girmedim.
Bildiğiniz gibi dünyanın en uzun boylu insanı 2.51’lik boyuyla vatandaşımız Sultan Köse’dir.
İnanabiliyor musunuz tüm gün hiç alışveriş yapmak, vitrin bakmak içinden gelmedi. Bunca testesteron arasında kalırsam olacağı buydu. Tam bu seyahatte kadınlık içgüdülerimi kaybediyorum, tez deplasmanlara ara verile diye düşünürken bir çikolata oteliyle ve içindeki çikolata dükkanıyla karşılaştım. Hiç düşünmeden daldım içeri.
Dünyanın pek çok yerinde otelleri ve tadım noktaları olduğunu öğrendiğim ve fiyatları makul denebilecek bu dükkanda, bıraksalar el yapımı çikolataların her paketinden birer tane alabilirdim ama o meşhur söz geldi aklıma; Ağızda 30 saniye, midede 30 dakika, kalçalarda 30 yıl diye. Sadece 3 paket alabilmeyi başarıp çıktım dışarı. http://www.hotelchocolat.com/uk/?c=1 Internet sayfalarından sipariş verilebiliyor ama Ostergrade caddesi üzerinde yer alan bu çikolatacı da, Kopenhag’a gidenlere ısrarla tavsiye olunur.
Tatlımızı da yediğimize göre tatlı konuşma, tatlı eğleşme vakti gelmişti. İstanbul’da rahat bir oyun ve 3 – 1 gibi güzel bir skorla yendiğimiz Kopenhag takımı herkese kolay lokma gibi geliyordu.
Şampiyonları Ligi iç saha istasiktiklerine bakanlar, Kopenhag’ın hiç de öyle kolay rakip olmadığını görürlerdi ama herkes yalnızca o sahadaki eski anılarına odaklanmıştı.
Muslera’nın ve Sneijder’in sakatlıkları sebebiyle eksik çıktığımız maçta pek varlık gösteremedik ve zafer naraları atarken, Şampiyonlar Ligi’nde işimizi çok kolaylaştıracak bir beraberlik bile alamadık. Maç öncesi Lig Tv kameralarına verdiğim röportajda, maçın kolay olmayacağını, hafife almamamız gerektiğini söylemiştim ama taraftar kadar oyuncular da ciddiye almamışlar ki 1 – 0 yenildik.
Önümüzdeki maçlara bakacağız da nasıl?..
Staddan alana dönüş yolu 40 dakika değil 40 saat gibi geldi inanın. Saat olmuş gece yarısı, yorulmuşuz, mağlubuz, hava soğuk… Bi de falakaya yatırsınlar da işkence tamam olsun diye düşünürken hayalgücümün ne kadar sınırlı olduğunu farketmem fazla zaman almadı.
Havaalanında, uçağa binerken tabir – i caizse donumuza kadar aradılar ve çantada ne kadar sıvı varsa aldılar. Tamam, valizimi bagaja vermeyeceğimi unutup otelin yanındaki Vibonle isimli http://www.vinoble.dk/shop.aspx şahane sarap dükkanından aldığım 1 adet şarabı el valizime koyma hatasını ben gösterdim de o makyaj malzemelerinden ne istediler? Ben onlara ne kadar para verdim biliyorlar mı?!.. Şampanyayı bırakıp son anda şarap alan aklıma şükrediyorum ama hem 3 panımızı hem de pahalı bütün sıvılarımı alan polislere buradan sesleniyorum; aldıklarınız boğazınıza, gözünüze, saçınıza, vucüdunuza dursun allahsızlar…
Zaten küçük valizle gidiyorum ve özenle milimi milimine diziyorum valize ama kadın polis aramasını bitirdikten sonra o kadar şeyi almasına rağmen valizim kapanmadı. Açarken yardım etmemi reddeden memura, sen açarken beni karıştırmadın, hadi bakalım şimdi sen kapat dedim. Tabi İngilizce söyleyince bu kadar giderli olmadı ama ses tonumdaki ukalalıktan gerekli cevabı aldığını ümit ediyorum. Almıştır di mi? almıştır, almıştır.
2.175 Comments