22 Kasım Cumartesi gününün hem Türkiye hem de Dünya spor tarihine geçecek günlerden biri olduğunu bilemezdim Elazığ’a gitmeden önce… Ama gittim ve böylesine tarihi bir olaya şahit olarak mükafatımı aldım.
Elazığ’a ilk gidişim. Elazığspor 1967 yılında kurulmuş. Trabzon’la yaşıt yani ama uzun zaman sonra ilk kez bu sene Super Lige çıkmaları Anadolu takımlarından hala hiçbirinin Trabzon’a yaklaşamayacaklarını göstermesi açısından üzücü.
Elazığ’a ilk kez gittiğim için biraz ön araştırma yapmıştım. Okuma yazma oranı çok yüksek ve sağlık altyapısı en gelişmiş ilimizmiş Elazığ. Hatta İstanbul Türkçesine en yakın konuşulan yerlerdenmiş. Okulu test edemedim ama Türkçe konusunda bilginin doğru olduğunu söyleyebilirim; herkes gayet güzel konuşuyordu. Sağlık konusunda da gözündeki arpacık balonunu burda patlatma riskini alan sevgili arkadaşım olumlu referans verdi. Iyğğhh mı? Iyğğh ya, sağlık demek her zaman rejim demek değil küçük hanım. Erkekler, size sözüm yok, siz buyrun efenim.
Ne diyorduk? Elazığ’a Atatürk Havalimanı’ndan sadece sabah uçağı olduğu için, sabah 05.30’da kalkıp tek gözüm kapalı 06.55 uçağına bindim. Uçakta benden başka taraftarlar da vardı ama 1,5 saat süren yolculukta onlarla hoş beş etmektense uyumayı tercih ettim. Yalnız bu da kesmedi, Elazığ’a indiğimde hava da kapayınca otele gidip biraz daha uyudum. Bu yüzden Harput’u ve Keban’ı görmek, alabalık yemek istememe rağmen şehre yakın olmadıkları ve fazla vaktim olmadığı için gitme fırsatı bulamadım. Onun yerine balığımı otelde yedim. Yalnız yemek konusunda pek beni açmadığını itiraf etmek zorundayım. Bir dahakine bu görüşümü değiştirmek için çaba sarf edeceğimden kimsenin şüphesi olmasın.
Yemekten sonra otelin içinden geçerek gittiğim mini alışveriş merkezindeki bu sevimli tabelayı sizinle de paylaşmak istiyorum.
Resimlere girişmişken otelin ana giriş kapısında çektiğim bu fotoğrafı da paylaşayım da Anadolu daha çok Galatasaray’ı tutar sözü ete kemiğe bürünsün.
Elazığ Atatürk Stadı’na ilk kez maç vaktinden önce gittik. Stad, 13.923 kişilik kapasitesiyle lige yeni çıkmış bir takım için yeterli gözükse de daha yapacak çook işleri var. Alttaki resim protokolde oturduğum yerden çekildi. Nasıl direklerarası manzaram şahane değil mi?
Neyse efendim, maça cezalı Selçuk dışında ideale yakın kadromuzla başladık ama her deplasman maçında adet olduğu üzere saç baş yolarak devam ettik.
Artık maç bitti dediğimiz sırada hakem Özgür Yankaya, kalecimiz Muslera’ya kırmızı kart gösterip bir de penaltı vermez mi?.. Pozisyon bize uzaktı, maçta iyi göremedim, sonrasında tv’de de göremedim. O yüzden penaltı olup olmadığı konusunda sağlıklı bir yorum yapamayacağım. Mesele de zaten kararın doğru olup olmadığı değil, şimdi ne olacağıydı.
3 tane oyuncu değişikliği hakkımızı da kullandığımız için mevcut oyunculardan birinin kaleye geçmesi gerekiyordu. Bizim bi Pancu’muz yoktu ki, maç sonunda Elazığ panterine dönüşsün.
Biz “kim olur, kim kalecilik yapabilir ki” derken Melo giydi eldivenleri ve geçti kaleye.
Takımın ilk 18 kadrosunda olmayan Ceyhun Gülselam ve Hamit Altıntop tribünde hemen önümde oturuyordu. Ceyhun dönüp, “Melo kurtarır” dedi. Ben fazla iyimser bulduğum bu söze rağmen, içimden “inşallah doğru çıkar ve Göktuğ dışarı atar” diye dua ediyordum. (O sırada içinden Göktuğ demedim tabi. Çocuğun adını sonradan öğrendim) Hepimizin yüreği ağzındayken Melo adeta kendi sağına doğru uzuyor ve penaltıyı kurtarıyordu.
Ondan sonrasını hatırlamıyorum desem yeridir. Maçın sonu nasıl geldi, maç bitti mi, kim yendi, nasıl oldu hiç hatırlamıyorum. Ev sahiplerinin arasında olduğumuzu unutup tribünü tam bir bayram yerine döndürdük. Elazığlılar da yaşadıkların şokun etkisinden de olsa gerek sağolsunlar seslerini çıkarmadılar bizim o çılgın halimize. Maç 1 – 0 bitti ama biz de bittik resmen.
Hava limanında izdiham vardı desem yeridir. Taraftarlar, futbolculardan bir imza, bir resim almak için kendileri dahil futbolcuları ve teknik heyeti de eziyorlardı. Belki de haklılar; hayatlarında ilk kez göreceklerdi sevdiği takımın futbolcularını, onlara bir kez dokunmak çok değerliydi ama 90 dakika boyunca ortalama 10 km. koşmuş ve yorgun futbolcuların da insan olduğunu her zamanki gibi unutuyorlardı. Teklifsiz, ricasız sarılmalar, öpmeler, çekiştirmeler… Burdan rica ediyorum; lütfen en azından izin alın resim çektirmeden önce, mümkünse de şapır şupur öpmeyin.
Cluj’dan dönerken ilk kez başlattığım bilet imzalatma işi, burada imza sahibinin de kareye girmesiyle daha anlamlı oldu. Sizce de öyle değil mi?.. J
2.240 Comments