Her deplasman şehri güzel değildir. Trabzon, Gaziantep, Samsun gibi güzel şehirler yanında Ankara gibi gri ve her daim hüzünlü şehirler de vardır mecburen gittiğim. Şu anda Süper Toto Süper Lig’de sadece Gençlerbirliği olsa da bu kasvetli şehrin bir ara ligde 3 takımı vardı. Keşke 1. ligde başta İzmir olmak üzere Mardin, Antakya, Adana gibi güzel şehirlerin takımları olsa da maça gitmişken güzel bir şehir görüp güzel yemekler yesek ve güzel deplasman yazıları yazsak… (Ooof off herkes kendi derdinde) Ben kendimce işin kolay yolunu buldum; Ankara’ya günün her saati uçak olduğundan genellikle 15.00 – 16.00 uçağıyla direkt maça gider, maçtan hemen sonra da dönerim. Hatırladığım sadece 1 kere takımla gidip 1 gece kalıp, maçtan sonra dönmüştüm. Onda da Trilye diye bir balık lokantasına gitmiştik. Ankara’da balık lokantası olur mu demeyin, şimdiye kadar gittiğim en iyi balıkçılardandı. http://www.trilye.com.tr/
Hani o meşhur sözde olduğu gibi, “Ankara’nın en güzel yanı geri dönmesidir” Hele bir de yanında 3 puan varsa dadından yinmez. Fakat bu sefer 3 gol atmamıza rağmen 3 – 3 mağlup olduk desem yeridir.
Hoop başa dönelim. Ankara’ya kaç zaman sonra ilk kez güneşli bir günde gittim. Arkadaş, şehir güneşte bile gri. Hele bir de İstanbul’la rekabet etmeye ant içmiş trafiği yok mu? Şehir, “beni sevme, beni sevme” diye yalvarıyor sanki. Havaalanından şehre giden yol üstündeki çirkin gecekonduları yıkıp yerine daha çirkin Toki konutları yapmışlar. Toki olduğundan emin değilim de, o kadar çirkin ki bu kadarını anca Toki yapabilir diye düşündüm.
Konu Ankara olunca, Behzat Ç. abimize özenip havaya girdim, hem şehre hem Toki’ye sallamaya başladım ama sonum hayır olsun. Yakında sizlere parmaklıklar ardından seslenmem an meselesi. Hayır, “içerden” yazı yazarım, milletvekili bile seçilirim de maçlara gidemezsem ne yaparım bilmiyorum.
Acı şakaları bir yana bırakırsak Ankara gerçekten sevilesi bir yer değil.
Alandan şehir merkezine tam 1 saatte gittim. Havaş tam stadın önünde indirdi ama maça daha 2,5 saat vardı, o yüzden otele kafilenin yanına gideyim dedim, yakın sanarak. Bu yol da sürdü mü sana 50 dakika! Otelde bir çay içip stada (yani henüz 1 saat önce taksiye bindiğim yere) gitmek üzere tekrar minibüslere bindik. E bu yol da haliyle 50 dakika sürdü. Bir de üzerine şoför girişi bulamayıp stadın etrafında 2 tur atınca, bu bir Ankara şakası olmalı diye düşünürken buldum kendimi.
Protokol girişlerinden daha önce bahsetmiştim ama Ankara bu konuda da lider. Kolunu çarptığının bakan, milletvekili, bürokrat olduğu protokolde iğne atsan yere düşmüyordu. Zar zor yerimize oturup ki başka biri otursa biraz zor kaldırırdık, başladık maçı seyretmeye.
Maç enteresan ve bol gollü geçti. Deplasmanda 3 gol atıp yenememek kötüydü tabi. Bu yazılarda maç yorumları yapmıyorum bildiğiniz gibi ama en sevdiğim maç ritüelinden olan forma değişiminden bahsetmek istiyorum. Maç içinde ne olursa olsun futbolcular maçtan sonra forma değişmiyorlar mı, bayılıyorum. Yanlış olmasın, çok centilmence ve dostane buluyorum. Maçta kıran kırana mücadele edenlerin, maç sonunda birbirlerinin formalarına değer vermelerini, mücadelenin son düdük çaldığında bittiğini göstermesi açısından çok doğru buluyorum ve tribünde birbirini yiyen taraftarlara örnek olmasını diliyorum. Hep söylüyorum; spor, maç önce keyiftir, temaşadır.
Forma demişken, maçtan sonra spor hocama söz verdiğim Melo formasını nihayet alabildim. Gerçi taa Ordu’dan kalma forma ama araya Milli Maç girince ancak bu maçtan sonra alabildim.
Benim için de forma, hele de maçta terletilmiş forma çok kutsaldır. Ankara’da forma alınca aklıma en kıymet verdiğim formalardan biri olan bir formayı da, burdaki 1 Mayıs 2009’da oynadığımız Hacettepe maçı sonrasında aldığım geldi aklıma. Siz de bir bakın ve kıymet vermeye değmez mi, söyleyin allah aşkına?.. :))
Bu formayı aldığım gün de tarihe geçmiş bir gündür aslında. Formayı çok önceden sözü olduğu için Harry Kewell’dan almıştım. Bu maçtan olduğunu ispatlayayım da kimsenin aklında şüphe kalmasın. bu da yine benim çektiğim maç kadrosu…
(Digital makine aldığım 2004 yılından beri gittiğim her maçın, maç kadrosunu ve skorbordunu çekiyorum. Gerçi bir bilgisayar kazasında bir kısmı gitti ama neyse ki büyük bir kısmı hala sağlam duruyor.)
Bu maçta lig sonuncusu Hacettepe’ye 2 – 0 yenilmiş, morallerimiz feci bozuk olduğu için pek de tadını çıkaramamıştım formanın. Bir de üstüne İstanbul’a geldiğimizde taraftar, Hasan Şaş’ımıza saldırmıştı ya, hala kabul edemediğim bir olaydır. O Hasan ki bizim delimizdi, canımızdı, kanımızdı. Önüne konan nice kontratlara sırf Galatasaraylı olduğu için hayır demiş, Galatasaray’ın pek çok kupasına imzasını atmış, gönlünü sadece işine vermişti. Bu maçta da son 10 dakikada kurtarıcı diye girmiş ama kariyerinin sonunda ve haliyle de moralsiz olunca etkisiz kalmıştı. İstanbul’da başına telefon ve bilgisayar atmışlardı, inanabiliyor musunuz?
Aşağıdaki forma da 6 Nisan 2009’da oynanan Gaziantep – Galatasaray maçından kalma. Kıymetlilerden yani…
Ankara yazısı diye başladığım yazı nedense forma yazısına döndü ama bu hikayelerin hepsinin yolu Ankara’da kesişince böyle bir yazı çıktı işte ortaya.
Gençlerbirliği maçından aklımda kalan en güzel şeyse, ilk kez bir stadyumda devre arasında duyduğum güzel müziklerdi. Hele bir de Ais Ezhel’in yaptığı Gençlerbirliği marşı yok mu… Maç bitmiş, benim dilimde hala “Kırmızı Kara, burası Ankara”
Merak edenlere… http://www.youtube.com/watch?v=xx9hz-w228E
2.255 Comments